31 Temmuz 2009 Cuma

(^-^)

" Temmuz " un bitişini kutlamak.

30 Temmuz 2009 Perşembe

gecenin şarkısı





" nereden bakarsan bak hiçbir şey değişmez
kötü bir roman gibi hikaye bir türlü gelişmez
nasıl biliyorsan bil şartlamış bizi hayat
bazen taze hissedersin bazen bayat
sorgularken kendini uykudan hemen önce
gücünü almıştır dünya parayı keşfedince

ve yaşarsın, yaşadığını sanırsın
tamam böyle kalsın

neye inanırsan inan hepsi bilmece
çözmeyi unuturlar sıra sana gelince
biri yapmış bir resim ona benzeyeceksin
çizgilerden taşarsan pek sevilmezsin
kahveyi bile saat yönünde karıştırırken
kravatını düzeltirsin emrini yudumlarken



ve yaşarsın, yaşadığını sanırsın

tamam böyle kalsın
.."

24 Temmuz 2009 Cuma

Biz kızlar, birimiz erkek arkadaşından ayrıldığı zaman romantik-komedi seansları yaparız genelde. Pür dikkat seçilen filmi izler, kimi yerlerde durdurup er kişiye söver de söveriz. Yüzüne söyleyemediklerimizi resmen ona söyleriz. Ağlama krizleri var bi de. Tabii bu filmin romantik-komediden çok, romantik-romantikliğin ağır basmasıyla da ilgili. Bugün de o seanslardan birindeydim. Definitely, Maybe diye bir şey izledik. Tamamen zaman kaybıydı :p
Adamın geçmişten 3 hatunla olan birlikteliğini izliyoruz. Bi April, bi Summer, bi Emily derken New York' ta yaşayan çok öpüşgen insanlar olduğuna da kesinlikle karar veriyoruz. Her neyse başroldeki Ben Affleck'ten hallice Ryan Reynolds, kızına şu an boşanmakta olduğu eşinin adını vermeden gizli bir hikaye şeklinde ilişkilerini anlatıyor. Kız da annesinin kim olduğunu tahmin etmeye çalışıyor fln vs.

Off çok sıkıcı izlediğim bi film hakkında bir şeyler yazmaya çalışmak :/
Kıvırtamayacağım sanırım ben bu işi :D
Patlıcanlı tartımın tarifini versem daha kolay olurdu valla.
Neyse. Oldu o zaman. tşk. öpt. kib. bye.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Öğleden sonra 3'te uyanmanın verdiği o aptallığı şu an üzerimden yeni atmış durumdayım. Bok vardı sanki uyuyorsun o saate kadar diye kendime kızıyorum. Yüzüm, gözüm şişiyor, başım çatlıyor. Normalde hiç ağrımaz. Şom ağzım aktifleşmez umarım :/ Saat 8 olmuş ben hala yataktan nasıl kalktıysam öyleydim. Annemin beni zorla duşa sokmasıyla kendime geldim neyse ki.
Bütün gün evde oturup pc başında pinekledim. Magazindir, müziktir, sözlüktür takıldım öyle. 2 saat telefonda Merve'ye dert anlatmaya çalıştım. Anladın di mi yavrum beni, kızma allasen.
Veee beni en şaşırtan olay. Cansel Elçin - hani şu Hatırla Sevgili'nin Ahmet'i- Ezgi bilmemne ile sevgiliymiş. Ezgi bilmemne de yine Hatırla Sevgili'den Rüya. Ahmet'in kızı rolündeki çıtır.
Valla dumur oldum. Yani Cansel'ciğimin başının bağlanmasına mı desem yoksa aralarındaki bu yaş farkına mı desem. Gerçi bu Ezgi bilmemne Cansel'in (içimdeki samimiyetten ötürü Cansel diyip duruyorum.) yönettiği şu aralar Mtv'de fln fragmanını gördüğümüz Kampüste Çıplak Ayaklar filminde başrolde. Ondan heralde bi kaynaştılar falan. Neyse bence çok sürmez yani. Bu haberi okuyunca azcık araştırdım filmi de. Özellikle fragmandaki müzik beni benden aldı diyebilirim. Kimmiş, neymiş derken fazla uğraşmadan buldum.
Kupka adında bi grup. Fragmandaki şarkı da Lai Pun Lal. Şarkı ismini görünce yabancı sandım. Fekat Türk çıktılar. Sevindim. Post-modern, indie tarzında müzikleri. Sitelerinde 8 şarkıdan oluşan albümleri de mevcut. Dinliyorum 2 saattir. Sabaha kadar gider gibi bu albüm bana.
Bitti bu kadar :D
İçim rahat ama. Uyku yok bu gece bana. Zaten sevmem "Temmuz"ları. Bugüne kadar bakıyorum da hep şu temmuzlarda üzerime bi bunalım hâli çöküyor istemeden. 2007 temmuzunda da böyleydim. Abuk subuk şiirimsiler falan yazıyorken buldum kendimi. Şimdi yanımda o şiirler. Minik çıtçıtlı defterimde saklıyorum hepsini. Komik geliyor hepsi. Belki bunlar da komik gelecek ilerleyen yıllarda hatta günlerde...

Haftasonu tatili istiyorum. Tertemiz bi deniz, Hamak keyfi. En son ne zaman hamakta uyudum, hatırlamıyorum. Ehliyetim olsaydı ve de arabam :) atlar giderdim. Ağva'ya falan. Yanımda en sevdiğimle beraber. Ben sürerdim. O doğru düzgün bi frekans bulmaya çalışırdı. Ya da boşver frekansı, playlist bile hazırlayabilirim.

Bitsin şu ay. Kurtulayım her şeyden. Unutayım artık...
Dikmen'i unutayım.
Bi de MVÖ neden "Küçük Sevgilim" diye aptal bi şarkı yazmış ki...Hiç sevmiyorum.


"..benim küçük sevgilim
ben sana neler yaptım
kızdım sayfalarca
onlar bilmez onlar bilmez
yakarlar canımı
sanki yoksun gibi
sanki yalanmışız gibi.."



Yalan olduk biz. Evet.

kendini aldatamamak


palyaço deyince aklınıza ne gelir?
düşünün ne gelir meselâ?
enine çizgili uzun çoraplar...
renkli koca bir şapka...
burunda domatese benzeyen bir mandal...
yüze hünerlice çizilmiş, hüznü örtmesi için epey uğraşılmış, neredeyse tabaka denilecebilecek ağdalı makyaj...
pantalonu görev aşkıyla yukarıya çeken kalın bir askı...
puantiyeli gömleğin düğmelerini neredeyse patlatacak kadar kocaman yapay bir göbek...
paçası kısa, bol bir pantalon...
sandviç ekmeğini anımsatan pabuçlar...
yani oldukça komik,
yani oldukça eğlendiren,
yani...yani...
ben palyaçoları sevmem!
belki onlarda beni sevmedi...sevemezlerdi.
gözlerindeki hüznü görmüştüm çünki...hemde her seferinde...
her el çırpışta daha ürkek,
her seferinde daha korkak,
daha ağlamaklı,
daha hassas,
daha kaçamak bakan palyaço gözleri...
farkedilmişliğin mahcubiyetiyle, koca eldivenleriyle, kendilerine ait olmayan elleri ile gözlerini gizleyişleri...
ağlıyordu palyaço...
ağlamak sana yasak! ağlama...
ağlarken güldürmeye çalışmak!
etraf gülerken, gizli saklı ağlamak.hatta ağlayamamak!
işin bitti.sıra aynanın karşısına geçip o kalın tabakadan kurtulmada...
“merhaba.işte ben!”
labirentler, labirentler...”tamam” dediğim anda, adına labirent dedikleri, toslamaktan yorulduğum ama karşıma çıkmaktan yorulmayan duvarlar...nasılda yosun tutmuşlar...tıpkı ben...acı bir tat, acı bir koku, korkunç bir yığın...
içimi çekiyorum.her çekişte bir alev yükseliyor bedenimden göğe doğru...
dokunmayın yakarım!
her defasında aynı melodi...saçlarımı yoluyorum, kafamı duvarlara vuruyorum ama nafile!
kulaklarımı da tıkasam, çığlık çığlığa da bağırsam olmuyor...yok! yok! yok!
ne ben benden kurtulabiliyorum nede ben senden nede sen benden...
söyle kim kime tutsak?
duvarlar sen, sesler sen...peki sen kimsin? sen mi ben? ben mi sen?
neredesin bilemedim? yoksa nerede miyim?
ama yok!
ben ki uslanmaz bir palyaço!
kaybolmaktı derdim.al işte kayboldum...
gülmeyin!
güldürmek istedim fakat ağlayabileceğimi hesap edemedim.
gülmeyin!
sönsün balonlarınız. herşey sizin içindi.hiçbir şeyse benim!
gülmeyin!
sökün süsleri duvarlarınızdan. süsleriniz gözleriniz olsun...
acıkın!
insan olmaya acıkın!
ne o ağlamaklı oldunuz birden!
maskemi çıkartınca buyum ben!
hayat uçsuz bucaksız bir serüven madem,
yolcuysak hepimiz ezelden...
bakma bana!
gerçekten bakarsan gülemezsin ki...
çünkü ben palyaçoyum!
bakılmak için olsam da...
gözlerini kamaştırsam da...
uslanmaz bir palyaçoyum.
işte yeni bir iş daha...
“merhaba.işte palyaço!”
gülmeye hazırsanız başlayalım!...

*alıntı

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Öpücük Balığı


işe telefon açıp, “gelirken buğday al” dedi. “naapıcan buğdayı kızım” diye sormadım... söylemezdi ki... dünyanın en sevimli delisiydi... o öyle biriydi işte. küçücük giz dolu oyunlar başlatırdı. ne buğdayı, naapıcak acaba, nereden alıcam ben şimdi... merak etmeye başladığım anda kendimi çoktan oyunun içinde bulurdum...
evet, oyun başlamıştı. savaş’a “buğday almam lazım, nerde satılır” diye sordum...
-haa? -buğday -eee, nolucak buğday? -hiç... tavuk buldum da bi tane... buğday veriyim diyorum.. -sittir lan.. ciddi miyim diye gözlerime baktı.. ben de çok ciddi baktım... -gültepe’de bir civcivci var ama.. buğday satar mı bilmem.. daha çok suni yem olur onlarda.. -yok, suni yem olmaz, buğday lazım.. yumurtanın sarısı doğal renginde olmuyo o suni şeylerle... pis bi rengi oluyo... en iyisi buğday.. -ha bi de yumurtluyo.. harbi tavuk yani, ciddi bi tavuk kimliğine sahip... bir ara ben de besledim.. spenç tavuğu diyorlar.. tam yumurta tavuğuydu.. bazıları et tavuğu oluyor ya, pek yumurtlamaz onlar.. bak ne diycem, esas darı sever kayvan.. çift sarı çıkarır.. darı al sen ona.. oyun böyle bir şeydi işte.. o başlatırdı... hayatınıza aniden buğday, darı, tavuk, yumurta ve size “yedi kafayı” diye bakan bir sürü insan girerdi...
komik, sürükleyen, ama paylaşılan giz nedeniyle bir o kadar da heyecanlı bir oyun.. büroda durduk yere başlattığım tavuk geyiğine daha fazla dayanamadığımdan, buğday bulmak üzere çıktım. buğday... noolcak acaba... kuruyemişçilerde var mıdır? -keşkeklik mi? aşureye falan mı katçaanız? -ne? -buğday sormadın mı? -ha evet, olabilir.. -sonunu dün sattım..yok.. hıyar kuruyemişçi! lan madem yok, niye aşure mi keşkek mi car car ediyorsun... sana ne... bu millet de bi tuhaf ha... buğday var mı, var.. ya da yok. bitti, bu kadar.. sana ne ne olacağından. az kaldı özel hayatıma giriyordu herif.. hem bir tarım ülkesinde buğday bulmak bu kadar zor mu olur kardeşim.. sinirleniyorum ama... hani lan bu ülke bir tahıl ambarıydı... adam başı buğday olması lazım.. kendi kendime gülüyorum.. biliyorum, o da gülecek.. gülücez.. öpücem sonra.. sonra, sonra.. noolcaksa o buğdaylar... mısırçarşısı’na gidiyorum, oradaki baharatçılarda kesin vardır.. bu arada, kendimi gerçekten tavuk gibi hissetmeye başladım.. buğday arayan acıkmış bir tavuk... bık bık bık. bıdaaak..
aslında içimde garip bir mutluluk var. her şeyi birden unutup bir avuç buğday için istanbul’u dolaşıyor olmak içten içe hoşuma gidiyor. onu bu yüzden seviyorum galiba. bana da sıçrayan bir tılsımı var.. her şey bombok giderken, nooluyosa bir şey oluyor.. onun yarattığı illüzyona dalıp oyun oynuyorum.. çocukmuşuz biz.. o, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken afacan bir kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi velet.. dünyanın zillerini çalıp, vınnn kaçıyoruz. şimdi ne kadar alıcam ki ben buğdaydan... bir kilo yeter mi acaba? evde tarım yapıcak diil ya, yeter herhalde.. anlarmış gibi buğdayları karıştırırken yakaladım kendimi, iyisini seçicem sanki.. neyse, aldık işte.. bir kilo buğdayımız oldu. yanında bir tane de ufak rakı. manyağım lan ben.. bariz manyağım.. “geldi mi buğday” diye sordu. gözleri ışık ışık.. meraktan çatlıyorum ama, belli etmeden “ıhı” diye torbayı uzattım. cadı! aldı torbayı masanın üstüne koydu. ne olacak şimdi bu buğday? sormayacağım ama.. ”naaptın” dedi.. elinin körü.. saatlerdir buğday arıyoruz herhalde... “toprak mahsülleri ofisine gittim canım. taban fiyattan destekleme alımı yaptım..” gülüyor. her şey o gülsün diye zaten.. bence onun kadar güzel gülebilen yoktur. ama bu gerçek yani. çok gülen insan gördüm ben. işim gereği. hakkaten bakın, ben bu konuda otorite sayılırım. ben sizinle geyik çevirirken o kayboldu. birazdan, elinde bembeyaz bir güvercin. “bak şimdi “dedi; “bu senin dilek güvercinin.. ona avucundan buğday yedireceksin, sonra gagasından öpeceksin ve bir dilek tutup gökyüzüne bırakacaksın.” dedim ya, tılsımı var onun. aniden güvercin de çıkarır, tutup yaşamınızı bi saniyede masala çevirir.. bitmesin istersiniz.. “bitmesin” diye dilek tutup güvercini gagasından öptüm. balkona çıktık sonra. pıt pıt kanat sesi.. pıt pıt iki çocuğun yüreği..
balkona yıldız tozları mı yağdı? çok mu güldük.. peki çok gülmek iyi midir gerçekten.. ağlar mı sonra insan.. babaannem deli fadime’nin dediği gibi “dünyanın düz murâdı yok” mu.. “çok muhabbet tez ayrılık“mı peki.. noolur “öyle diilmiş” olsun. noolur bitmesin.. pıt pıt.. yüreğim.. gece.. yemin ederim, yıldız tozu yağıyor.. ertesi sabah kadriye oldu.. espiri olsun diye bahar temizliğine girişti. kadriye.. onun masal kahramanlarından biri. söylediğim gibi, yaşam bir oyun onun için. gerçekle dalga geçer hep, sevmez sanki..
ilk kadriye olduğunda yeni tanışmıştık.. yine işe telefon edip yufka ve çökelek istemişti. buğday gibi değil, onları daha kolay buldum ve eve gittim. kapıyı çaldığımda yeri siliyordu. “ayağını çıkar kocacım” dedi, “yeni sildim”. çok güldüm. yufkayla çökelekten “yanmaz tavada sana böreği” yaptı, yedik. sonra eline bir tığ alıp dantel örüyormuş gibi yapmaya başladı. “delirdi” diye baktım. saçlarına bigudi tuttururken “naapıyosun yaa” diye sordum. “nooluyo kızım”.. garfield gibi gözlerime baktı. “yarın eltimgil gelecek” dedi. sonra güldü. nasıl güldüğünü biliyorsunuz. o gün bana “annesi gibi” olmuştu. ya da benim annem gibi. oynuyordu. başka bir şey. herkesin “gerçek” diye bildiği şey, onun için sonuna kadar sahte ve saçmaydı. komikti ama, ürkütücüydü. yani hep oynanamazdı ki.. eninde sonunda hayat “bööle bişeydi” işte.yoksa değil miydi.. o kadriye olup “çekirdek aileyle” dalga geçmeye başlayınca ben de rolümü aldım. “fehmi” diye bir herif oluyordum. çizgili pijamamı ayağıma geçirdiğim gibi biraları içip televizyon karşısında pıt pıt zapping yapıyordum. gülüyorduk sonra. kadriye ve fehmi çekirdek rolünden çıkıp biz oluyorduk. pıt pıt, iki çocuk yüreği..
onun masal kahramanları bir tane değildi ki.. bazen müge ile furkan olurduk. aslında onlar bizim arkadaşımızdı. ama o, onların ilişkisini sahte ve anlamsız bulurdu. “kola alır gibi işte, birbirlerini ve herşeyi tüketiyorlar.” müge olduğu zaman “eskeyp’e gidelim mi, trafo’ya zıplayalım mı diye sorardı. ama asla gitmezdik. onun dünyasından çıkamazdım. ben çıkmak ister miydim peki? o zamanlar bu soruyu kendime hiç sormadım. o, “dışarıdakiler”i öyle iyi biliyor ve anlatıyordu ki, ara sıra “dışarı kaçtığımda” bile onunla oyun oynuyormuşuz, o bana “gerçeğin masalını anlatıyormuş” gibi olurdum..
ha bir de, en önemlisi “öpücük balığı” vardı..
onun en yalın ve samimi hali. “ben öpücük balığıymışım” deyip yanağıma bin tane masum öpücük konduruyor, dakikalarca pıt pıt pıt öpüyordu. öpücük balığı, öpücük balığı, pıt pıt pıt... masallar biter mi, biter işte. arasına reklam girecektir, güzellik maskesi takılacaktır, savaş vardır, birileri öldürülecektir, birini kör bırakacaksınızdır, birinin yüreğini söküp atacaksınızdır.. zehirlenecek denizler, ağlatılacak çocuklar.. işiniz vardır yani, öyle önemli, öyle vazgeçilmezdir ki.. bir gün bana “gitme” dedi.. ama hep öyle derdi.. “yelkovan dokuzun üstüne gelinceye dek.. bu şarkıdan iki şarkı sonra..” hiçbir keresinde bırakmazdı beni. iyi, tamam, oynadık, bitti. dönüşte yine oynarız.. dinlemezdi.. ”bak şimdi bu çerez tabağını dökücez; leblebiler saatmiş, üzümler dakika, fındıklar günmüş ama.. sayalım, o kadar sonra git..” pazarlık ederdim. “fındık gün diilmiş, leblebi saat.. ona tamam.” “peki” derdi. sonra aniden nereden bulduğunu bilmediğim tek şamfıstığını çıkarıp “peki bu yılmış, yıl olsun“ derdi. “yüzyılmış tamam mı, ölüm gelinceye kadarmış..” üzümleri, leblebileri falan sayardık sonra. tek şamfıstık, o yüzyıldı.. o ölümün geldiği zamandı. onu pek tartışmazdık. onu açar, yarısını yer, yarısını bana yedirirdi. sonra, sonra o öpücük balığı ve ayrılık...
“ben gidiyim” dedim.. sesi boğuktu.. ”gitme” dedi.. ama söyledim. hep öyle derdi.. giderdim sonra. döndüğümde oradaydı, bilirdim. yine “gitme” derdi.. “gitme” dedi.. gözlerinde yaş tomurcukları, birazdan duracak dünyalar, sanki hepimiz ölücez. “bu kez gitme”.. gitmesem olur sanki.. “ama bunun sonu yok ki” dedim.. “yok işte salak “dedi.. ”hep sonunu istiyorsun. sonu, bittiği yer, tükendiğim zaman.. yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman.. bu kez gitme işte.. gitme..” karşısında bir çocuk gibi duruyorum.. içimden bir çocuk o duvarı tırmanıp aşmaya çalışıyor ama olmuyor... birileri yıllarca ördü o duvarı.. annem koydu bir tuğla, sonra babam... dayım, öğretmenim, komutanım, patronum, radyom, televizyonum..
gidicem ben, işim var işim... çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem... hasan’a borcum var.. tarık’la sözleştik, kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş.. ilknur iş arıyo sonra.. resmen iş istiyo işte, aramıştır.. onun yeri ayrı ama ilknur da fena değil şimdi... işim var... işim... “gidiyim ben” dedim.. bu kez gözleriyle “gitme” dedi.. ben de ona “gözlerim sana mı kaldı” gibisinden baktım.. tek sana mı kısmet olacak sanıyorsun benim “çivileyen bakışlarım”.. işi var gözlerimin. kritik pozisyonlara bakıcam, topa konsantre olucam, top sicret’ı izliycem, günlük kuru yakından takip edicem.. ilknur’un kalçalarına bakıcam.. mtv’nin klipleri, savaşlar, siyah-beyaz yerli filmler... işi var gözlerimin...
sonra yıldırımlar çaktı.. hiç susmadım.. “hayat masal mıydı yani?.. dışarıda millet birbirinin gözünü oyarken, biz burada yanak yanağa.. noolcaktı yani.. leblebiden saat olur mu.. “vakit” denen nanenin ne demeye geldiğini herkes biliyor artık.. iyi.. pıt pıt pıt öpüşelim, sen beni seviyormuşsun, ben seni çok... ee, anangil “oturma odası takımını erkek tarafı alsın” dediğinde ne bok yiyecez peki? öpücük balığını mı satacağız..” nefes nefese sustum...
“dışarıdakiler” dedi.. “dışarıdakiler, bunu beceremez işte.. öpücük balığını kimse alıp satamaz... sen bile... diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmez...”

***

bir varmıştı, şimdi bir yokmuş... nevizade sokağı’ndayız, yol boyu meyhane.. masanın altından ilknur’un elini tutuyorum.. dördüncü kadehten sonra sayamaz oldum rakıları. bir çingene, yanındaki masaya keman çalıp haykırıyor “dönülmeyyz akşamıyyn ufuğuğun daiiz, vakiyyt çook geyç artık...” elini darbukaya röntgen filminde her patlattığında gözümün önünde bi dudağı gökte bi dudağı yerde masal devleri görüyorum.. gümm! dev.. güm! lamba cini.. güm! haramiler... kocaman bir davulun üstünde küçük bir şey kırıntıları dökmüşler gibi, belki öpücük balığının yemleri onlar.. hani onun en yalın ve sevimli hali gibi.. gümm!.. zıplıyor hepsi, gümm zıplıyor her şey.. ilknur’un göğüsleri kliplerdeki gibi havalanıp zıplıyor.. uçuşup tekrar yerine düşüyor, tabaklar, yıldızlar, sigaram.. canım yanıyor.. sonra pıt pıt pıt... darbukaya üç parmak darbesi vuruyor çingene.. masalların sonunda gökten teklifsizce düşen üç elma bunlar.. ben görüyorum, ilknur görmüyor, kimse görmüyor...
müzik bitti.. ilknur bir şeye gülüyor.. masanın yanı başında, tuhaf, simsiyah gözlüklü, başı sımsıkı bağlı bir kadın var.. o hep var nevizade sokağında.. elinde kocaman bir çerez kavanozu, sormadan, avucundaki çay bardağını kavanoza daldırıp, bardak dolusu kuruyemişi masamıza boşaltıyor.. cebimden para bulup kadına uzatıyorum.. aklımda zamanın en acı tadı.. ”peki kaç leblebi var bunun içinde teyze” diye soruyorum.. kadının suratını yıllar bıçaklamış, sesinde hırıl hırıl alaycı bir öfke; “manyak mısın sen koçum?” diyor.. ilknur gülüyor, benim gözüme üç elma kaçtı, masalların kötü kalpli cadısı avucumdaki parayı yolarcasına kapıp yan masaya seğirtiyor...

az önce bir masal bitti, kimse bilmiyor.. öpücük balığı bir iskelede, güneş altında çırpınıyor.. ilknur’un gözlerinin işi var, benim yüreğim kovulmayı çoktan hak etmiş, boşta gezer..

uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “bana masal anlat” diye ağlıyor..

diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor..







21 Temmuz 2009 Salı



içimden ağlamak geliyor anne...

10 yaşındayken söylemiştim bunu annem'e. yeni taşınmıştık şu an oturduğumuz yere. osmaniye' ye. okullar açılmıştı. 2 hafta falan olmuştu hem de. eski okulumdan yeşilyuva' dan buraya nakil gelmiştim. hiç tanımadığım, bilmediğim bi yere. nerdeyse herkesi tanıdığım, bi vesileyle annemin, müdürüdür, hocalarıdır milleti tanıdığı, alıştığım, şımartıldığım okulumdan bu yeni okula geçmek o kadar da kolay olmadı. çok şanssızdım. ilk günüm berbat geçti. herkesin lacivert önlükleri varken benimki maviydi. hem de "bok gibi" bi renkti. bahçede dolaşırken bi çocuk demişti. ağlamamıştım sanırım o an. tutmuştum kendimi. ilk günden de yapılır mıydı bu be. " bok gibi"ymiş sensin bok gibi!! Demedim tabi. Sustum sınıfıma çıktım. Hanım hanımcık oturdum en ön sırama.

Beyhan hocam...Bana okuma-yazma öğreten...Şimdiyse Cemal hoca vardı. Evet erkek bi hoca hem de 1.85 boylarında bıyıklı, esmer. Erzincanlı'ymış. Konuşması garip gelmişti başta. Çok hızlı konuşuyordu anlamıyordum. Hem dersleri de kitaptan işliyorduk. Konuları kitaptan, defterimize geçiriyorduk. Çok canım bozulmuştu buna. Böyle hiçbir şey öğrenemezdim ki.

Ders çıkışında annem almaya gelecekti. Feci yağmur başlamıştı ama. Dedim ya şans meselesi. Anaokulu kısmının orda bekledim annemi ıslanmayayım diye. Bekledim, bekledim...Sonra bi veli geldi arabasıyla nerde oturduğumu sordu. Söyledim. Adresi bildiğime şaşırdım bak şimdi düşününce. Adam tutturdu gel bırakalım diye. Yanındaki oğlu da meğer sınıf arkadaşımmış "Can". Annemi bekleyeceğim dedim ısrarla. Binilir mi yabancı birisinin arabasına.

Annem..Canım annem geldi çok geçmeden neyseki. Sırılsıklam olmuş. Ders çıkış saatini karıştırmış e bi de babaannemler bizde kalıyordu o ara. Elinde bana getirdiği montla annemi görünce o kadar sevinmiştim ki.
"Can"ların arabasıyla döndük eve. Karşı bloğumuzda oturuyorlarmış meğer. Bizim "Can" işte o.
:)

Kapıdan içeri girer girmez, yağmurdan ıslanıp griye dönmüş beyaz mus çoraplarımın itinalı yardımıyla yere düşüp kaymam bir oldu. Harika bi girişti. Evet. İlk gün faciasından sonra kapanışı da böyle yaptım. Suratım beş karış dolaştım o gün ve ondan sonraki 1 ay nerdeyse. Annemin kucağına oturup sessiz sessiz ağlamaya başlardım. Annem sorardı noldu kızım diye çok ama hiç söyleyemezdim. Anlatamazdım. Küçüktüm. Kendi çapımda benim de dertlerim vardı o yaşta. "İçimden ağlamak geliyor anne" derdim. Çok defa dedim bunu. Annem sonraları dalga geçerdi böyle böyle derdin diye. Ama kimi zaman yine annemin kucağında otururum sarılırım sıkı sıkı, öperim. Gözüm dolar, ağlarım. İçimden ağlamak geliyor derim sırıtırım. Ağlarken gülebilen insanlardanım.

Gülerken de içten içe ağlıyorum.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

küçük iskender' den

Geçenlerde baya bir baktım şiirlerine, yazılarına. Duymuşluğum vardı ama okumuşluğum yoktu. Moralim bozuk olunca sık yaptıklarımdan. Gecenin şairini seçip uykum gelinceye kadar kısık ses müzikle beraber şiirlere dalmak...Çoğunda gözlerimin dolmasıyla sonuçlanıyor ama olsun. Bazı şeyleri engellemek mümkğn olmuyor. Ve gözyaşlarımı saklayamamam benim en nefret ettiğim özelliğim. Kimi kadınlar gibi bi silah yerine kullanmıyorum ki ben. Neyse benim moralimin bu aralar düzeleceği yok gibi şiirlere devam edeceğim.




alp' in defteri

bir organ nakli gibi sevmiştim seni..
çürük gözlerine bağışlanan ellerim,
yırtık dudaklarına bağışlanan şiirlerim,
darmadağın kadınların darmadağın ettiği erkekler gibi,
çok tehlikeli bir sırrı saklar gibi sevmiştim seni!



çok eskimiş bir aşkın hatırlanması,
sevgilinin resmi karşısında çocuksu bir iç kanaması,
aslında işin açıkcası,
rüzgarın fırtınaya dönüşmesi gibi,
fırtınanın camı çerçeveyi indirmesi gibi,
hayatına yönelik bombalı bir saldırı gibi,
geriye çekilirken herkesi öldürmek gibi sevmiştim seni.



ruhum kan kaybederken, nasıl tutardım seni şimdi bir deniz gibi,
neticesi olmayan bir sebep gibi?
"ortalık yerde, durup dururken sevmiştim seni."

atlara kalırsa, çoktan kaybettik savaşı.
mızraklar kırıldı, kalkanlar delindi, ganimetler paylaşıldı,
kasaba meydanında birbirini dövmekten yorulan iki kovboy gibi,
bir tabancayla tetiği gibi,
bir tabancanın kabzasıyla ibiği gibi,
kendisinden farklı, kendisinden ayrı,
bir silah şarjöründe tanışan iki soğuk mermi gibi,
aynı bedene sıkılacak iki el kurşun gibi,
"katille kurban arasında o bir kaç saniyelik telaşla"